Kuzey Kore işgalindeki bir Amerika portresiyle dikkatleri üzerinde çeken Homefront: The Revolution, acaba bekleneni verebildi mi? Cevap incelememizde!
Homefront denildiğinde aklıma firmaların pazarlama yeteneği geliyor benim. Serinin ilk oyunu çıkmadan önce öyle bir heyecan yaratılmıştı ki, herkes Amerikan direnişçisi olup çıkmıştı. Ardından işler yolunda gitmedi ve oyuncular özgürlük mücadelesi veren masum insanlar yerine duvara koşan adamlarla, bulutla konuşan karakterlerle karşılaştı. Ancak fikir sevilmiş olacak ki, büyük bir başarısızlığın ardından Homefront’a olan ilgi düşmedi aksine büyüdü. İsmin birkaç defa el değiştirmesinin ardındansa sonunda Deep Silver kolları sıvadı, Dambuster Studios ise imzayı attı. Peki, bu defa işler yolunda gitti mi? Masum Amerikan halkının özgürlük mücadelesi meyvelerini verdi mi? Cevaplar ve çok daha fazlası incelememizde. Buyurun sizi bir alt satıra alalım!
Öncelikle Homefront ismine yabancı olanlar için ufak bir özet geçelim. Amerika oldukça kötü günler geçirmektedir. Teknolojik olarak oldukça güzel bir noktada bulunan Kuzey Kore ise destek vaatleriyle Amerika’ya adımını atar. Ancak adımını atmasıyla işler daha da kötüleşir. Tüm teknolojik araç ve gereçlerin yazılımsal kontrolünü elinde tutan Kuzey Kore, zamanı gelince hepsinin fişini çeker ve Amerika tam bir kaosa sürüklenir. Bizeyse Amerikan halkını eski günlerine ulaştırmayı amaçlayan direnişte yerimizi almak düşer. Hikaye işlenişi başlangıçta fena olmasa da bir süre sonra zaten klişe olan Amerikan özgürlüğü, oldukça sıradanlaşmaya ve direniş ruhunun silinmesine yol açıyor. Çoğu noktada bir kahramandan ziyade, alakası olmayan işlere koşturan sıradan biri kılığına bürünüyoruz. Haliyle kahraman olma hevesiyle atladığımız direniş maceramıza, 3.sınıf korku filmlerinde ilk ölen karakter olarak devam ediyoruz. Tabii tek bir farkla: Ölmüyoruz! Evet, bu oyunda ne yaparsanız yapın ölme ihtimaliniz bir hayli düşük. Yapay zekâ o kadar başarısız ki, 5 kişinin arasına silahsız girseniz sıyrık almazsınız. Ne yazık ki bu durum aynı tarafta olduğumuz karakterlerde de aynı. Adama ateş ediyorum, “Hepimiz kardeşiz, bu kavga ne diye?” demiyor! Resmen ölümü bekliyor. İşin daha da kötü yanı, ölünce diğerlerinin tepkisi tam olarak “Azıcık dikkat et birader, bak adam öldü!” oluyor. Tam komedi!
Oyun genelinde açık dünya bir oynanış hakim. Oyun haritasıysa kırmızı, sarı ve yeşil olmak üzere üç bölüme ayrılmış halde karşımıza çıkıyor. Kırmızı bölgeler direnişçilerin fink attığı, bizim için güvenli bölgelerken, yeşilse Kore kuvvetlerinin en güçlü olduğu merkez alanlar. Sarı bölgeyse en çok nüfusun yaşadığı gettolar diyebiliriz. Her bölge beraberinde farklı bir oynanış getiriyor. Kırmızı bölgelerde silah elimizde rahatça gezinirken, diğer bölgelerde biraz daha gizlilik temalı oynamamız gerekiyor. Aksi takdirde silahı gören siviller korkup bağırmaya, orduysa üzerimize akın etmeye başlıyor. Direnişte başarıya ulaşabilmek içinse elimizdeki kırmızı alanları büyütmek şart. Tam bu noktadaysa The Saboteur benzeri bir mekanik karşımıza çıkıyor. Hatırlayan olacaktır, Nazi işgalinde bulunan Fransa bölgeleri siyah beyaz bir görüntüle bize sunuluyordu. Kontrol noktalarını ele geçirdiğimizdeyse burası direniş mekanları arasında yerini alarak, görüntüyü renklendiriyordu. Tam olarak aynı sistem Homefront’ta da kullanılmış. Haritanın belirli bölgelerinde bulunan merkezler ve radyo kuleleri “temizlenerek” direnişe üs haline getirilebiliyor. Açıkçası yapay zekayı düşününce çok da zor bir işlem olmadığını rahatlıkla anlayabilirsiniz.