Şimdi hikayeye geri dönelim.
Gücümüzün doruğunda, melek kanatlı paladinlerle yaptığımız dövüşlerin ardından, Lords of Shadow: Mirror Of Fate’in de hikayesine giriş yapıyor. Bu oyundaki olayları da bir çıprıda anlatıyor. Daha sonradan bizim gibi vampire dönüşen oğlumuz Trevor, daha doğrusu yeni adıyla Alucard ile yaptığımız bir dövüşten sonra yüzyıllar sürecek derin bir uykuya dalıyoruz. Günümüze kadar süren uykumuzdan sonra oldukça zayıf bir şekilde (yani güçlerimizi kaybetmiş şekilde) uyanıyoruz. Yıl olmuş 2057 – yaklaşık 1000 yıl sürmüş “ufak” uykumuz.
Castlevania serisinden ilk kez bir oyunu gelecekte görüyoruz. Yeni seriye yeni bir soluk getirmiş olsa da, alıştığımız ihtişamlı katedralleri ve kaleleri arıyor gözümüz. Neyse ki oyunun gidişatı sırasında kalemize geri dönerek oraları da araştırma fırsatı yakalıyoruz.
Gelecekteki açık alanlarda istediğimiz gibi dolaşabiliyor olsak da, bunun alışık olduğumuz Castlevania özgürlüğüyle pek alakası olduğunu söyleyemeyeceğim. Belirli yetenekleri aldıktan sonra, eskiden geçemediğimiz yerlere tekrar uğrayarak oyun alanımızı genişlettiğimiz sistem yerine, oyunda ilerledikçe yeni mekanların açılmasını bekliyoruz sadece.
Kendi fikrimi söylemem gerekirse, gelecekte geçiyor olmasına pek fazla alıştığımı söyleyemeyeceğim oyunun. Ben zombilerle, iskeletlerle savaşacağımı düşünürken; biyonik kolları olan zırhlı teknolojik askerleri kandan yapılmış bir kamçıyla dövmek ve sonra kanlarını içmek tezatlık oluşturdu benim için. Belki serinin ilerleyen oyunlarında biraz daha ana karakterin de teknolojiden yararlanmasını sağlarlarsa, güzel bir karışım ortaya konabilir.