Beklediğimiz gün geldi. DooM geri döndü. İstediğimiz, beklediğimiz gibi bir dönüş mü yaptı yoksa DooM 3’ün çarptığı duvara mı çarptı? Cevap incelememizde.
Sonunda gün geldi ve oyun çıktı. Çıkış tarihi olarak ayın 13’ü ve Cuma günü seçilmiş olması tesadüf olmasa gerek 🙂 Oyun bizim saatimize göre gecenin ilerleyen saatlerinde hatta sabaha karşı açıldı diyebilirim. Her ne kadar o saate kadar beklemek istesem de tabii ki olmadı. Zaten evdeki internetimin ve bilgisayarımın ofisteki bilgisayarıma göre daha düşük seviyede oluşu ufakta olsa benim için bir engeldi. Sonuçta oyunu açtığımda bütün ayarları sonuna kadar dayamak ve performansı görmek istiyordum.
Hemen aşağıdaki görselden durumu görebilirsiniz. 42 FPS aldığım en düşük FPS oranı oldu. Ağırlıkla 57 ile 60 arası değişen bir FPS vardı oyunda. Genelde FPS drop olduğu zaman fark ederim. Burak patron bilir. “Patron bu Frame atlıyor, fps düştü” falan derim, gözüm farkeder. Bu sefer hissetmedim sanki hep pürüzsüz bir şekilde 60 FPS oynadım. Garipti.
Aşağıdaki görselden ise evdeki daha düşük sistemim ile, bir kaç ayarı kısarak alabildiğim 55 FPS‘i görebilirsiniz. 55 FPS alabildiğim en yüksek orandı. Sanıyorum ki bir kaç ayarı daha kısarsam 60 üzerine rahatça çıkabilir. Buradan id software‘ı tebrik ediyorum görünen o ki on numara optimizasyon yapmışlar.
Her zaman yaptığım gibi yine oyunnun hikayesinden tamamen bahsetmeyeceğim. Ancak oyuna girişimiz şu şekilde oluyor.
Kollarımız zincirlenmiş şekilde uyanıyoruz, hemen sağımızdan gelen iblisin kafasını ezdikten sonra zincirleri kırarak elimize geçen tabanca ile etraftaki üç beş Possessed bilim adamını da öldürüp biz kimiz ve neden antik bir tabut içerisine zincirlendik sorusunun cevabını aramaya başlıyoruz. Ha bir de burada neler oluyor, nedir bütün bu kaos?
Ancak şunu söylemeliyim ben bu oyun için senaryoyu yeterli buldum (DooM 1 ve 2’de de öyle çılgın bi senaryo yoktu). Hatta oyuna yerleştirilmiş olan Codex bölümünde oyunda yer alan her şey ile ilgili geniş bilgiye erişebiliyor olmamız harika olmuş. Karakterler, yaratıklar, bölgeler, Artifactler, Rune‘lar, silahlar, ekipmanlar, zırhımız, artık aklınıza ne gelirse üşenmemiş yazmışlar. İyi de yapmışlar, çünkü oyunun içinin dolu olmasını sağlamış.
Hatta oyunda hızlıca etrafta koşturup üzerinize akan iblisler’den sıyrılmaya çalışırken bir yandan da etrafta gizlenmiş odaları, rune challenge’ları (birazdan değineceğim), silahları ve DooM Guy figürlerini bulmaya çalışırken dolu dolu bir oyun yapmaya çalıştıklarını hissediyorsunuz. Üstelik en eğlenceli tarafı her bölüme gizlenmiş Klasik DooM haritalarına giren kapıları bulmak. Bu mevzuyu bir önceki Wolfenstein’da da yapmışlardı. Ancak buradaki gibi bolca harita yoktu. Yeni DooM içerisinde klasik bölümleri oynamak oldukça büyük keyif verdi bana. Sırf bu yüzden bile eski oyunlara sonuna kadar sadık kalmaya çalışarak bir şeyler üretmeye çalıştıklarını görmek mümkün.
Oyun ilk başta UAC (Union Aerospace Corporation) tesislerindeyken sıradan, gelecekte geçen bir FPS oyunu oynuyormuşsunuz hissiyatı yaratıyor yalan yok. Ancak cehenneme ilk ziyaretimiz ile birlikte “haaah şimdi oldu” diyor ve DooM oynadığımızı tokat gibi yüzümüze vuruyor.
Neden derseniz UAC tesisleri yapı olarak haliyle artık hepimizin her oyudan, fimden, diziden vs. alıştığı teknolojik dev metal tesisler. Ancak asıl kıyamet (lol) cehemmene gittiğimiz zaman kopuyor. Dostlar yok böyle sıkı atmosfer, bölüm tasarımcısının ellerinden öpmek istiyorum.